![]() |
Tweet |
Raporda şu hususlara dikkat çekildi:
2024/2025 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SONUNDA EĞİTİMİN DURUMU
2023/24 eğitim-öğretim yılı 20 Haziran Cuma günü sona erecektir. 2024/25 eğitim-öğretim yılında Türkiye’de örgün eğitimde toplam 18 milyon 710 bin öğrenci bulunmaktadır. Bu öğrencilerin yaklaşık 15 milyon 849 bini devlet okullarında, 1 milyon 631 bini özel okullarda, 1 milyon 229 bini ise açık öğretim kurumlarında öğrenim görmektedir. Türkiye genelindeki toplam okul sayısı 75 bin 467’dir. Bu kurumların 61 bin 111’i devlet, 14 bin 352’si özel okul statüsündedir.
Devlet ve özel okullarda görev yapan toplam öğretmen sayısı 1 milyon 168 bin 896 kişidir. Bunların 993 bin 397’si devlet okullarında, 175 bin 499’u ise özel okullarda görev yapmaktadır. Ayrıca yaklaşık 100 bin ücretli öğretmen, düşük ücretlerle ve sosyal güvenceden yoksun biçimde çalıştırılmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre, devlet okullarında görevli 143 bin 355 temizlik personelinin sadece 49 bin 578’i kadroludur. Geri kalanlar İŞKUR’un TYP (30 bin kişi) ve İUP (63 bin 777 kişi) programları kapsamında geçici ve düşük ücretlerle çalışmaktadır. Haftada sadece üç gün görev yapan bu personelin yetersizliği okul hijyenini olumsuz etkilemektedir.
MEB’in yayınladığı son resmi verilere göre 2023/24 eğitim yılı itibarıyla 5-17 yaş aralığında Türkiye yurttaşı çocukların net okullaşma oranı %95,34, yabancı uyruklu çocuklar dahil edildiğinde ise %93,97’dir. Özellikle 14-17 yaş grubunda net okullaşma oranı %91,25’e düşmekte, bu da okul terki riskinin arttığı yaş grubunu göstermektedir.
Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) 2023/24 yılı verilerine göre, eğitim dışında kalan çocuk sayısı bir önceki yıla göre %38,4 artarak 612 bin 814’e ulaşmıştır. Geçici koruma altındaki Suriyeli çocuklar, açık öğretime kayıtlı olanlar ve MESEM öğrencileri dâhil edildiğinde bu sayı 1 milyon 578 bin 941’e yükselmektedir. Bu çocukların yaklaşık %53,6’sı erkek, %46,4’ü kız çocuktur.
EĞİTİMDE YAŞANAN YAPISAL SORUNLAR ARTARAK DEVAM ETMEKTEDİR
Türkiye’de eğitim sistemi, yıllardır sürdürülen piyasacı, rekabete dayalı ve sınav odaklı politikalar nedeniyle uzun süredir derin ve çok katmanlı bir krizle karşı karşıyadır. 2024/’25 eğitim öğretim yılında okul öncesinden yükseköğretime kadar eğitimin tüm kademelerinde yaşanan sorunlar, sistemin temel işlevlerini yerine getiremez hale geldiğini bir kez daha göstermiştir. Bu yapısal tıkanıklık, eğitimin niteliğinde ciddi bir gerilemeyi beraberinde getirmiştir.
Okulların fiziki altyapı eksiklikleri, donanımsızlık, kalabalık sınıflar ve ikili öğretim uygulamaları gibi temel problemler bu eğitim yılında da çözüme kavuşturulamamıştır. Özellikle kırsal bölgelerde sürdürülen taşımalı eğitim modeli, eğitime erişimi kolaylaştırmaktan çok çocukların sosyal, fiziksel ve pedagojik gelişimlerini olumsuz etkilemektedir.
Özellikle dikkat çeken bir diğer konu ise çocukların dini cemaat ve vakıfların kontrolündeki yurtlara, kreşlere yönlendirilmesi ve bu yapılarda ortaya çıkan istismar vakalarının süreklilik kazanmasıdır. Eğitim kurumları ile bu tür yapılar arasında imzalanan protokoller, kamu eliyle eğitimin laiklik ilkesinden uzaklaştırılmasına yol açmaktadır.
Öğretmen açığı sorunu bu yıl da giderilememiş; nitelikli, güvenceli öğretmen istihdamı yerine, sözleşmeli, ücretli ve mülakata dayalı atama uygulamaları devam etmiştir. Bu politikalar, öğretmenler arasında adaletsizliği derinleştirmiş, mesleki saygınlığı zedelemiş ve eğitimde niteliği olumsuz etkilemiştir. Öğretmenlik Meslek Kanunu, "eşit işe eşit ücret" ilkesine aykırı yapısıyla var olan eşitsizlikleri kurumsallaştırmıştır. KPSS’de yüksek puan alan on binlerce öğretmen, atama beklemeye devam etmektedir. Ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmen ise hâlâ görev beklemekte, kamuda öğretmen ihtiyacı olmasına rağmen görevlendirilmemektedir. Öğretmen ihtiyacına rağmen atama yapılmaması, eğitimde nitelik kaybına yol açmaktadır.
MEB’in açıkladığı ve 2024-2025 itibarıyla kademeli olarak uygulamaya koyduğu yeni müfredat, bilimsel içerikten uzaklaşmış, eleştirel düşünceyi baskılayan, dini referanslı bir yapıdadır. Laiklik, eleştirel düşünce, bilimsel yöntem gibi temel ilkeler müfredatta giderek daha az yer bulmakta; yerini dogmatik, tekçi ve ideolojik öğelere bırakmaktadır.
Eğitim müfredatı ve ders kitapları, ülkemizdeki çok dillilik, kültürel ve inançsal çeşitliliği göz ardı etmekte; tekçi ve homojen bir yaklaşımı sürdürmektedir. Kız çocukları, engelli öğrenciler, mülteci çocuklar, geçici koruma altındaki bireyler ve anadili farklı dillerde olan çocuklar için eğitime erişim sorunlarına yönelik somut bir adım yine atılmamıştır. Bu durum, eşitlik ilkesine aykırı biçimde dezavantajlı grupların eğitim hakkından yararlanmasını engellemeye devam etmektedir.
Çocuk yaşta evliliklerin önüne geçecek, çocuk istismarını önleyecek politikaların hayata geçirilmemesi, toplumsal eşitsizliklerin eğitim yoluyla yeniden üretildiğini açıkça göstermektedir. Özellikle emekçi ailelerin çocukları, kız çocukları ve kırsal bölgelerde yaşayan öğrenciler açısından eğitime erişim, bu yıl da ciddi sorun alanlarından biri olmuştur.
Türkiye'de ilköğretimden yükseköğretime kadar öğrenci başına yapılan ortalama yıllık harcama 5.425 Amerikan dolarıdır, bu miktar OECD ortalaması olan 14.209 dolardan oldukça düşüktür. OECD ülkeleri ortalama %5–5,2 GSYH oranında toplam eğitim harcaması yaparken (kamu + özel sektör), sadece kamu harcamaları Türkiye'de OECD ortalamasının altında (yaklaşık %3,1–%3,9 civarı) seyretmektedir. Bu veriler, OECD ülkelerinde eğitime ayrılan bütçenin önemli bir kısmının kamu tarafından yapıldığını; özel sektör katkısının da belirli bir paya sahip olduğunu göstermektedir.
Eğitim sisteminde kamusal nitelik giderek zayıflarken, piyasalaşma eğitimi her geçen yıl daha da eşitsiz bir yapıya büründürmektedir. Devlet ve özel okul ayrımı, eğitimde nitelik uçurumunu derinleştirmektedir. Özel okullara erişim sadece üst gelir grubuna açıkken, devlet okulları kaynak yetersizliği ile mücadele etmektedir. Aynı devlet okulu içinde bile, başarı düzeyine veya ekonomik duruma göre farklı sınıflar oluşturulması gibi uygulamalar, eğitimi sınıfsal ayrışma mekanizmasına dönüştürmektedir. Bu durum, kamusal eğitimin tasfiyesinin doğrudan sonucudur.
ÇOCUKLARIN HAKLARI VE GELECEKLERİ TEHDİT ALTINDADIR
Türkiye'de derinleşen ekonomik kriz, eğitim politikalarındaki yetersizlik ve toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikler, çocukların yaşamını her geçen gün daha da kırılgan hale getirmektedir. TÜİK ve İSİG Meclisi verileri, çocuk işçiliği ve çocuk yaşta evliliklerin sadece bireysel değil, yapısal ve sistemsel bir sorun haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.
TÜİK’in son verilerine göre 2024 yılı itibarıyla Türkiye'de çalışan çocuk sayısı 869 bine ulaşmıştır Bu çocukların büyük bir bölümü kayıt dışı ve ağır işlerde çalıştırılmakta, eğitim sisteminden kopmaktadır. Çalışan çocukların %38’i ya okula hiç gitmemekte ya da düzensiz olarak devam etmektedir. 14-17 yaş grubundaki çalışan çocukların okulu erken bırakma oranı, çalışmayan akranlarına göre 3 kat daha fazladır. Bu durum, nesiller arası yoksulluk döngüsünü pekiştirmektedir.
TÜİK verilerine göre yaklaşık 108 bin çocuk, inşaat, madencilik ve metal işleri gibi ağır ve tehlikeli iş kollarında istihdam edilmektedir. Bu çocuklar, fiziksel yaralanma, kronik hastalık ve ciddi psikolojik travmalarla karşı karşıyadır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre, sadece 2024 yılında 71 çocuk çalışırken hayatını kaybetmiştir.
Güneydoğu Anadolu (%32) ve Doğu Anadolu (%25) bölgeleri, çocuk işçiliğinin en yaygın olduğu bölgelerdir. Marmara Bölgesi (%20) ise özellikle kayıt dışı tekstil ve küçük atölyelerde çalıştırılan çocuklarla dikkat çekmektedir. Suriyeli mülteci çocuklar, dil bariyeri, yasal güvencesizlik ve ucuz iş gücü talebi nedeniyle en korunmasız gruplardan biridir.
2024 yılında çocuk yaşta zorla evlendirilen kız çocuklarının sayısı 9.354 olarak kaydedilmiştir (TÜİK). 18 yaş altı evliliklerin %80’ini kız çocukları oluşturmaktadır. 16-17 yaş grubundaki her 100 evlilikten 15’i yasal olmayan ancak “aile onayı” ile gerçekleştirilen evliliklerdir.
Okulu erken bırakan kız çocuklarında evlilik oranı, lise veya üniversite eğitimi alanlara göre 4 kat daha yüksektir. Bu durum, eğitime erişimdeki eşitsizliklerin çocuk yaşta evlilikleri nasıl beslediğini göstermektedir. Kız çocukları genellikle ücretsiz ev içi işlerde çalıştırılmakta; bu da hem eğitimden hem sosyal hayattan kopmalarına yol açmaktadır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri, çocuk evliliklerinin en yoğun yaşandığı alanlardır. Bu bölgelerdeki 16-17 yaş evlilik oranı, Türkiye ortalamasının yaklaşık 2 katıdır. Düşük gelirli ailelerde çocukların erken yaşta evlendirilme gerekçeleri arasında “ekonomik yükten kurtulma” ve “namus kaygısı” ön plandadır. anadili farklı dillerde olan çocukların eğitim sisteminde başarısız olmaları, erken yaşta okul terkini ve evliliği tetiklemektedir. OECD’ye göre Türkiye’de ortaöğretimi tamamlamadan eğitimden ayrılan gençlerin oranı yüzde 25, 18-24 yaş arasında eğitimi terk edenlerin oranı ise yüzde 28’dir. Bu oranlar OECD ortalamalarının çok üzerindedir.
MESEM’İN SÖMÜRÜ ÇARKI DÖNMEYE DEVAM ETMEKTEDİR
Mesleki Eğitim Merkezleri'ne (MESEM) devam eden örgün öğrenci sayısı 421 bin 520’dir. Bu öğrencilerin %80’i erkek (339 bin 556 kişi), yüzde 20’si kadın (81 bin 964 kişi) dir. Ayrıca yaygın eğitim kapsamında 385 bin 956 kursiyer MESEM’e devam etmektedir.
Türkiye’de meslek liselerinin büyük bölümü birer eğitim kurumu olmaktan çok fabrika gibi işlerken, çocuk ve gençler ‘çırak’ ya da ‘stajyer’ kimliğiyle işçi gibi çalıştırılıp emek sömürüsünün sınırları zorlanmaktadır. Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) bünyesinde çalışırken resmi verilere göre en az 12 çocuk hayatını kaybetmiştir. Yasal olarak tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çocukların çalıştırılması yasak olmasına rağmen, MESEM bünyesinde çalıştırılan çocuklar/gençler iş cinayetlerinde yaşamını yitirmeye devam etmektedir. İSİG verilerine göre 2013-2025 yılları arasında 766 çocuk işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmiştir.
Mesleki Eğitim Merkezleri’nin mevcut yapısı, nitelikli bir mesleki eğitim sağlamaktan ziyade, genç iş gücünü hızla piyasaya sürmek amacıyla tasarlanmış bir sistemdir. Mesleki eğitimde yalnızca niceliksel hedeflere odaklanmak yerine, öğrencilerin haklarını ve eğitimin niteliğini ön planda tutan, bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir.
Mesleki eğitimin erken yaşta başlatılmasının, öğrencilerin mesleki becerilerini artıracağı ve iş gücü piyasasında daha nitelikli bireyler yetişmesine katkıda bulunacağı iddiasıyla meslek liseleri bünyesinde mesleki ortaokulların açılması planlanmaktadır. Ancak böylesi bir adımın eğitimde yaşanan eşitsizlikleri daha da derinleştirmesi kaçınılmazdır. Mesleki ortaokulların açılması, öğrencilerin çok erken yaşta meslek seçmeye zorlanması anlamına gelmektedir. 10-14 yaş aralığındaki çocuklar, henüz kendilerini ve ilgi alanlarını tam olarak keşfetmemişken, belirli bir meslek dalına yönlendirilmeleri pedagojik açıdan sakıncalıdır.
EĞİTİMDE EŞİTSİZLİKLER DERİNLEŞİYOR
2024-2025 eğitim öğretim yılı, Türkiye’de eğitim sisteminin eşitlikçi, kapsayıcı ve kamusal karakterinden uzaklaştığı bir dönemi daha gözler önüne sermiştir. Bölgesel, sınıfsal, etnik, cinsiyet temelli ve fiziksel engellilik gibi toplumsal farklılıkların eğitim sisteminde yarattığı eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir.
Türkiye'de eğitim sisteminde en belirgin eşitsizliklerden biri bölgesel farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Kırsal alanlardaki okullar ile kent merkezlerindeki okullar arasında fiziki altyapı, öğretmen sayısı, teknolojik donanım ve eğitim materyallerine erişim açısından ciddi uçurumlar vardır. Bu farklılıklar, öğrencilerin başarı düzeylerinde belirgin farklara yol açmakta ve eğitim hakkının eşit koşullarda kullanılmasını engellemektedir. Taşımalı eğitim uygulaması ve çok sayıda köy okulunun kapatılması, kırsalda yaşayan çocukların eğitim hakkına erişimini daha da zorlaştırmaktadır.
Eğitim sistemi içinde farklı etnik, dilsel ve kültürel kimliklere yönelik dışlayıcı uygulamalar sürmektedir. Anadili farklı olan öğrenciler, dil bariyerleri nedeniyle okul başarısında geride kalmakta, bu durum ise okulu terk etme oranlarını artırmaktadır. Müfredatın tekçi yapısı, farklı kültür ve kimliklerin tarihsel, toplumsal katkılarını yok saymakta; kimlik inşası ve aidiyet duygusu zedelenmektedir. Anadilinde eğitim hakkı tanınmadığı için çok sayıda çocuk sistematik bir eğitim dışına itilme riskiyle karşı karşıyadır.
Suriyeli ve diğer mülteci çocuklar, dil engeli, yoksulluk ve yasal belirsizlikler nedeniyle eğitim sistemine uyum sağlayamamakta; eğitimden dışlanmaktadır. Bu çocuklar aynı zamanda çocuk işçiliği, sömürü ve istismar gibi ağır tehditlerle de karşı karşıyadır.
Engelli çocuklar için okullarda yeterli fiziki altyapı, uzman öğretmen ve özel destek hizmetleri sağlanmamaktadır. Eğitim sistemi, engelli bireylerin tam ve bağımsız katılımına olanak sağlayacak kapsayıcı politikalardan yoksundur.
Cinsiyet temelli eşitsizlikler, Türkiye’de eğitim sisteminin en yaygın adaletsizlik alanlarından birini oluşturmaktadır. Kız çocuklarının tam ve eşit eğitime erişimi özellikle kırsal ve kentlerin yoksul bölgelerinde cinsiyetçi ev içi roller, çocuk yaşta zorla evlilikler, yoksulluk gibi gerekçelerle engellenmektedir.
Ayrıca, öğretmenlerin, okul ortamının ve resmi müfredatın kadınları ikincilleştiren, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden üreten yapısı, kırsal bölgelerde okulların uzaklığı, yetersiz altyapı ve taşımalı eğitimin olmaması, anadilinde eğitim önündeki engeller, kız çocuklarının eğitime katılımını arttırmaya yönelik eğitim politikalarının yetersizliği, izleme ve destek mekanizmalarının uygulanmaması kız çocuklarının eğitime eşit ve tam katılımının önündeki diğer engellerdir. Öte yandan, karma eğitim ve toplumsal cinsiyet eşitliğine dair gerici resmi söylemler ve uygulamalar kız çocuklarının eğitim hakkını dolaylı olarak tehdit etmeye devam etmektedir.
Eğitim politikalarının toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle yeniden yapılandırılması, izleme ve destek mekanizmalarının arttırılması, okul ortamlarının daha güvenli ve kamsayıcı hale getirilmesi kız çocuklarının eğitime tam ve eşit erişimi için en kritik gereksinimler olmaya devam etmektedir.
EĞİTİM ENFLASYONU KAMUSAL EĞİTİM HAKKINI TEHDİT EDİYOR
Türkiye’de eğitim, devletin asli kamusal görevlerinden biri olması gerekirken, özel sektörün ve piyasanın insafına bırakılmış; kamu yatırımlarının yetersizliği nedeniyle milyonlarca aile çocuklarının eğitimi için giderek daha fazla harcama yapmak zorunda kalmıştır. Avrupa Birliği İstatistik Kurumu (Eurostat) ve TÜİK verilerine göre Türkiye, Avrupa’da açık ara eğitim enflasyonunun en yüksek olduğu ülkedir. Türkiye’de eğitim enflasyonunun bu denli yüksek olmasının temel nedenleri arasında neoliberal politikalar, eğitimin piyasalaştırılması, kamusal eğitime yeterli bütçe ayrılmaması ve derinleşen ekonomik kriz yer almaktadır.
Eğitim enflasyonundaki belirgin artışın doğrudan etkileri, özellikle düşük gelirli ailelerin çocuklarında somut olarak gözlemlenmektedir. Artan eğitim maliyetleri; kırtasiye, ulaşım, yemek ve kaynak kitap gibi temel giderler üzerinden velilerin omuzlarına ağır bir yük bindirmekte; birçok aile borçlanmakta ya da temel ihtiyaçlarından feragat ederek çocuklarını okula göndermeye çalışmaktadır. Bu durum, çocukların okula devamını ve başarısını doğrudan olumsuz etkilemektedir.
Devlet okullarında eğitim yasal olarak ücretsiz tanımlanmasına rağmen, hijyen malzemeleri, kaynak kitaplar, servis ücretleri, okul katkı payları ve benzeri uygulamalar, özellikle dar gelirli aileler için eğitimi bir hak olmaktan çıkarıp ayrıcalık hâline getirmektedir. Türkiye'de eğitim enflasyonu TÜİK’in Mayıs 2025 verilerine göre, yıllık bazda yüzde 71,67 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran, aynı dönemdeki genel Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) artışının çok üzerinde olup, eğitim alanındaki maliyet artışlarının genel enflasyonun da ötesine geçtiğini göstermektedir. Bu uçurum, dar gelirli ailelerin çocuklarını eğitimden koparma riski taşımakta; çocukların okulu bırakmalarına ya da kayıt dışı çalışmak zorunda kalmalarına yol açmaktadır. Böylece eğitim hakkı fiilen ortadan kaldırılmaktadır.
Devlet okullarında yaşanan nitelik kaybı da bu süreci derinleştirmektedir. Temizlik personeli eksikliği, öğretmen açığı, yardımcı kaynak zorunluluğu gibi uygulamalar hem öğrencilerin sağlıklı bir ortamda eğitim almasını engellemekte hem de velilerin sırtına yeni mali yükler bindirmektedir. Son üç yılda ilkokul ve ortaokul düzeyindeki bir öğrencinin yıllık eğitim maliyeti en az üç kat artmış, lise ve üniversite düzeyindeki öğrenciler için bu oran daha da yükselmiştir. Bu nedenle üniversite öğrencileri arasında kayıt dondurma ve okul bırakma oranlarında ciddi artış gözlemlenmektedir.
Özelleştirme politikalarıyla birlikte devlet okullarının niteliği düşürülürken, orta ve üst sınıfa mensup aileler çocuklarını özel okullara yönlendirmektedir. Böylece nitelikli eğitime erişim ekonomik olanaklara göre belirlenmekte, bu da sınıfsal uçurumu derinleştirmektedir. Nitelikli eğitimin sadece “parası olanın hakkı” hâline gelmesi, anayasal bir hak olan eğitim hakkını büyük ölçüde işlevsizleştirmiştir.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın mevcut politikaları, bu tablo karşısında yetersiz kalmaktadır. Eğitim sisteminin temel ihtiyaçları için bütçe artırılmalı, kamu okullarına doğrudan yatırım yapılmalı; öğretmen açığı kapatılmalı, öğrenciler için ücretsiz yemek, ulaşım ve kırtasiye desteği sağlanmalıdır. Ne yazık ki hem siyasi iktidarın hem de MEB'in bu konuda ciddi ve kalıcı çözümler üretmekten uzak olduğu görülmektedir.
Mevcut piyasa merkezli politikaların sürdürülmesi halinde önümüzdeki 5-10 yıl içinde eğitim, tamamen ticarileşmiş, erişilemez ve eşitsiz bir hale gelecektir. Devlet okullarında eğitim daha da niteliksiz hale gelecek; özel okul, kurs ve etüt merkezlerinin oranı artacak; toplumsal eşitsizlik daha da keskinleşecektir. Bu sürecin eğitim ve bilim emekçileri üzerindeki etkileri de ciddi boyutlardadır. Eğitim emekçilerinin maaşlarının alım gücü düşerken çok sayıda eğitim emekçisi geçinebilmek için ek iş yapmak zorunda kalmakta; özellikle köy okullarında görev yapan öğretmenler, öğrencilerin temel ihtiyaçlarını kendi maaşlarından karşılamaktadır. İdari ve teknik personel ile yardımcı hizmetler sınıfında çalışan eğitim emekçileri ise daha da zor durumdadır. Eğitimdeki enflasyon, sistemin tüm bileşenlerini doğrudan etkilemekte, öğretmenleri de ağır bir sosyal ve ekonomik yük altına sokmaktadır.
ÖĞRENCİLERİN BESLENME SORUNU: DERİNLEŞEN YOKSULLUĞUN EĞİTİMDEKİ YANSIMASIDIR
2024-2025 eğitim öğretim yılı boyunca öğrencilerin yaşadığı beslenme sorunu, eğitim sürecini doğrudan etkileyen ve acil çözüm bekleyen temel bir başlık olarak öne çıkmıştır. Eğitim hakkı, sadece okula gitmekle sınırlı olmayıp çocuğun bedensel ve zihinsel gelişimini destekleyecek koşulların sağlanmasını da içermektedir. Ancak mevcut ekonomik ve sosyal koşullar altında bu hakkın gerekleri karşılanamamaktadır.
Türkiye’de çocukların önemli bir bölümü okula kahvaltı yapmadan gitmekte ya da okulda hiçbir şey yemeden günü tamamlamaktadır. Giderek derinleşen ekonomik kriz ve hızla artan gıda fiyatları, özellikle dar gelirli aileleri çocuklarının günlük beslenme ihtiyacını karşılayamaz hale getirmiştir.
Türkiye, gıda enflasyonunda dünya sıralamasında ilk sıralarda yer almayı sürdürmektedir. Süt, yumurta, peynir, zeytin gibi temel gıda ürünlerinin fiyatı son bir yılda 3 ila 4 kat artmıştır. Aileler artık sadece eti, meyveyi, kuruyemişi değil, en temel besinleri bile karşılayamaz durumdadır. Bu koşullar altında çocukların yeterli ve dengeli beslenmesi sistematik olarak engellenmektedir. Sağlıklı ve düzenli beslenme, sadece fiziksel gelişim açısından değil, öğrenme süreçleri ve okul başarısı açısından da hayati önemdedir. Yetersiz beslenen öğrencilerde dikkat süreleri kısalmakta, algı düzeyleri düşmekte, öğrenme güçlükleri ve davranış sorunları daha sık görülmektedir. Bu durum öğrencilerin akademik başarılarını ciddi biçimde etkilemekte ve eğitimde eşitsizlikleri derinleştirmektedir.
2024 yılı itibarıyla Türkiye, OECD ülkeleri arasında çocuk yoksulluğunda ilk sıradadır. Her 5 çocuktan 1’i derin yoksulluk koşullarında yaşamaktadır. Bu çocuklar besleyici ve yeterli gıdaya erişememekte, bu da eğitim hakkından tam anlamıyla yararlanmalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Taşımalı eğitim yapılan bölgelerde dahi öğrencilerin beslenme ihtiyacına yönelik bütüncül bir çözüm üretilmemiştir. Öğrenciler okul servisleriyle uzun mesafeler kat ederek geldikleri okullarda bir öğün bile yemek yemeden günlerini tamamlamak zorunda kalmaktadır.
Eğitim Sen, çocukların eğitim hakkından eşit koşullarda yararlanabilmesi için öğrencilerin yeterli beslenme hakkı kamusal güvence altına alınması gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede öncelikle Millî Eğitim Bakanlığı, öğrencilerin sağlıklı gelişimi ve eğitim süreçlerinin verimli işlemesi için ayrı bir beslenme bütçesi oluşturmalıdır. En azından günde bir öğün ücretsiz yemek uygulaması, ülke genelindeki tüm okullarda ivedilikle hayata geçirilmelidir. Bu adım sadece yoksul öğrencilerin yaşamını kolaylaştırmayacak, aynı zamanda eğitimde eşitliğin ve kamusal sorumluluğun güçlendirilmesi açısından da son derece önemli olacaktır.
Eğitim sisteminden başarı ve verimlilik bekleniyorsa, önce temel insani koşullar sağlanmalıdır. Açlıkla, yoksullukla ve fırsat eşitsizliğiyle baş etmeye çalışan çocuklar için “kaliteli eğitim” söylemi içi boş bir retorikten öteye geçemez.
Beslenme hakkı, çocukların sadece sağlığı değil, eğitime erişimi ve okulda kalma süresiyle de doğrudan ilgilidir. Bu nedenle, öğrencilerin beslenme sorunu bir hayır işi değil, anayasal ve kamusal bir sorumluluk olarak ele alınmalı; buna uygun yapısal çözümler derhal hayata geçirilmelidir.
LİSELERDE EĞİTİM SÜRESİNİN KISALTILMASI GİRİŞİMLERİ İDEOLOJİKTİR
Millî Eğitim Bakanlığı’nın kamuoyuna sunduğu “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” kapsamında, lise eğitiminin ders yükünün azaltılması ve eğitimin daha “esnek” bir yapıya kavuşturulması yönündeki planlar hükümete yakın medya aracılığıyla kamuoyu ile paylaşılmaya başlanmıştır. Pedagojik açıdan ciddi sakıncalar taşımaktadır. Örgün eğitimde lise eğitiminin zorunlu olmaktan çıkarılması ya da eğitim süresinin azaltılması üzerinden tartışılan ve pedagojik açıdan ciddi sakıncalar içeren düzenleme sadece yüzeysel bir “hafifletme” değil, genç kuşakların bilimsel, eleştirel ve kamusal nitelikli bir eğitim hakkının budanması anlamına gelmektedir.
Lise eğitiminin süre olarak kısaltılması veya ders sayılarının azaltılması, öğrencilerin temel akademik ve entelektüel yeterlilikleri edinmesini zorlaştıracaktır. Bu tür bir uygulama öncelikle öğrencilerin bilimsel düşünce, tarihsel bilinç, felsefi sorgulama ve sanatsal ifade gibi temel alanlardaki gelişimini olumsuz etkileyecek, lise sonrası yükseköğretime ve toplumsal yaşama hazırlıklarını zayıflatacaktır. MEB’in eğitim sisteminde siyasal-ideolojik bakış açısında göre yapmaya çalıştığı değişikliklerin sosyoekonomik eşitsizlikleri derinleştirmesi, özel okullar ve kurslar üzerinden daha fazla piyasalaşmaya yol açması kaçınılmazdır.
Lise eğitimini “esnekleştirme” olarak ileri sürülenler, gerçekte eğitimin kamusal niteliğini aşındıran, içeriği boşaltılmış bir lise eğitimi modelinin önünü açmaktadır. Ders yükünü azaltmak adına temel bilimlerin, tarih ve felsefenin müfredattan çıkarılması, genç kuşakların düşünme, sorgulama ve toplumsal olayları anlama becerisini törpüleyecektir.
2024/’25 eğitim öğretim yılı başından itibaren 1., 5. ve 9. sınıflarda başlatılan yeni müfredatta öne çıkarılan “değerler eğitimi” ve “manevi gelişim” başlıkları, eğitimi nesnel, bilimsel ve çoğulcu bir zemin yerine dini-ideolojik bir kalıba sokmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, Anayasa’da güvence altına alınan laiklik ilkesine temelden aykırıdır. Müfredat değişikliği sürecinde eğitim ve bilim emekçilerinin, sendikaların, eğitim fakültelerinin ve bilim insanlarının dışlanması, alınan kararların meşruiyetini tartışmalı hale getirmiştir.
Eğitimde gerçek bir reform, sürenin kısaltılması ya da derslerin azaltılmasıyla değil; nitelikli, eleştirel düşünceyi destekleyen, eşitlikçi ve özgürlükçü bir müfredatla mümkündür. Mevcut iktidarın ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın eğitimde gerçek anlamda bir reform yapacak kapasitesinin olmadığı açıktır. Öğrencilere sadece sınav başarısı değil, aynı zamanda toplumu ve dünyayı anlama, değiştirme, hak arama ve birlikte yaşama becerileri kazandıracak bir eğitim gereklidir.
Eğitim Sen olarak MEB’e çağrımız eğitim sistemini yap boz haline getirmekten vazgeçin. Eğitimde ihtiyaç olan nicel hafifletme değil, niteliksel derinliğin esas alınmasıdır. Lise eğitiminin süre olarak kısaltılması ya da içerik olarak daraltılması Türkiye’nin geleceği olan gençleri donanımsız bırakmayı hedefleyen tehlikeli bir adımdır. Tüm eğitim bileşenlerinin katılımıyla, bilimsel, laik, demokratik ve kamusal bir müfredat yeniden inşa edilmeli, eğitim sistemi siyasi-ideolojik müdahalelerden bir an önce kurtarılmalıdır.
MEB PROJE OKULLARINDA BÜYÜK BİR TASFİYENİN PEŞİNDEDİR
Proje okulları uygulaması, ilk başta belirli alanlarda akademik, kültürel ve bilimsel başarıyı artırmak amacıyla başlatılmış görünse de bugün gelinen noktada bu okullar Millî Eğitim Bakanlığı’nın merkeziyetçi ve siyasal kadrolaşma politikalarının açık bir aracı hâline gelmiştir. Son günlerde yaşanan gelişmeler, bu okullarda büyük bir tasfiye operasyonunun devreye sokulduğunu ve binlerce nitelikli öğretmenin hiçbir bilimsel, pedagojik veya hukuki gerekçe olmaksızın görevlerinden uzaklaştırıldığını göstermektedir.
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ülke çapında sendikamız öncülüğünde yapılan basın açıklamaları ve eylemler sonrasında kamuoyunu yanıltmaya yönelik açıklamaları, bu tasfiyeyi meşrulaştırmaya yönelik olmuştur. Öğretmenlerin görev süresinin dolduğu gerekçesiyle atamalarının yapılmadığını savunan Bakan Tekin, gerçek durumu gizlemekte, kamuoyunu manipüle etmektedir. Oysa bugün proje okullarında yaşanan; öğretmenlerin sendikal kimliklerine, siyasal görüşlerine, hatta bireysel duruşlarına göre ayrımcılığa maruz kaldıkları, hiçbir nesnel kritere dayanmayan, keyfi ve siyasal yönelimlerle gerçekleştirilen bir tasfiye sürecidir.
Bakan Tekin’in “40 yıldır aynı okulda çalışan öğretmen” söylemi hem pedagojik gerçekliğe hem de mevzuata aykırıdır. Öğretmenlerin hizmet süreleri, yer değişiklikleri ve atamaları zaten yasal düzenlemelere bağlıdır. Büyükşehirlerde, bir öğretmenin aynı okulda bu kadar uzun süre görev yapması istisnai bir durumdur. Bu söylem, kamuoyunda sanki öğretmenler değişime direnen, kendini geliştirmeyen unsurlarmış gibi bir algı yaratma çabasından başka bir şey değildir. Bu tutum hem öğretmenleri hedef göstermekte hem de eğitimin temel taşı olan öğretmenlik mesleğini itibarsızlaştırmaktadır.
Proje okullarında yaşanan tasfiye süreci yalnızca öğretmenleri değil, doğrudan öğrencileri de etkilemektedir. Bu okullarda görev yapan birçok öğretmen, yıllar boyunca binlerce öğrencinin hayatına dokunmuş, onların akademik, sosyal ve bireysel gelişimlerinde önemli katkılar sunmuştur. Nitelikli eğitim kadrolarının bir anda tasfiye edilmesi, bu okulların eğitim kalitesini düşürmekte; öğrencilerin pedagojik süreklilik hakkını ihlal etmektedir. Nitekim öğrencilerin öğretmenlerine sahip çıkmak için gerçekleştirdikleri yaygın ve kitlesel protestolar, bu öğretmenlerin değerini ve kamu vicdanındaki yerini açıkça ortaya koymaktadır.
Sendikamız, proje okullarında yaşanan bu süreci yalnızca bir öğretmen atama problemi olarak değil, aynı zamanda kamusal, laik ve bilimsel eğitim hakkına yönelik ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Bu uygulamalar, eğitimi piyasacı, merkeziyetçi ve otoriter bir yapıya dönüştürme hedefinin somut bir parçasıdır. Proje okulları, merkezi kadrolar tarafından keyfi olarak yönetilen, öğretmenlerin güvencesizleştirildiği, eğitim yöneticilerinin liyakatsiz biçimde atandığı, eleştirel düşüncenin değil itaatin ödüllendirildiği yapılar hâline gelmiştir. Bu noktada, yalnızca öğretmenler değil, yöneticiler de aynı keyfiyetin mağduru hâline gelmektedir. Yıllardır başarıyla okul yöneticiliği yapmış, eğitimde örnek modeller yaratmış yöneticilerin de görevlerinden alınarak yerlerine siyasal sadakat üzerinden belirlenen kişiler atanması, proje okullarını siyasal kadrolaşmanın en görünür alanlarından biri hâline getirmiştir.
Eğitim Sen olarak tutumumuz nettir: Proje okullarında yaşanan tasfiyeler derhâl durdurulmalı, bu okullarda görev yapan tüm öğretmen ve yöneticiler liyakat, deneyim ve objektif kriterler temelinde görevlerine iade edilmelidir. Eğitimde adaletin, şeffaflığın ve kamu yararının hâkim kılınması için atama, görevlendirme ve yer değiştirme süreçleri sendikaların ve meslek örgütlerinin denetimine açık olmalı; tüm süreçler demokratik katılım ilkesine göre yeniden yapılandırılmalıdır.
Proje okulları, kamu yararını önceleyen, öğretmenlerin ve öğrencilerin haklarını gözeten, toplumsal eşitliği ve laikliği temel alan kurumlar hâline getirilmelidir. Bu süreçte Eğitim Sen, yalnızca öğretmenlerin değil, nitelikli ve eşitlikçi bir eğitimi savunan tüm eğitim bileşenlerinin sesi olmaya, mücadeleyi birlikte büyütmeye kararlıdır. Sendikamız, öğretmenlerin yanında olmaya, onların meslek onurunu ve haklarını savunmaya devam edecektir.
MİLLİ EĞİTİM AKADEMİSİ MESLEKİ ÖZERKLİĞE YÖNELİK SİYASAL BİR MÜDAHALE OLMUŞTUR
Milli Eğitim Akademisi uygulaması, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından öğretmenlik mesleğinin niteliğini geliştirmek iddiasıyla sunulsa da gerçekte eğitim sisteminin daha merkeziyetçi, denetimci ve ideolojik bir yapıya kavuşturulmasının yeni bir aracıdır. MEB tarafından öğretmen adaylarının yetiştirilmesi ve mesleğe kabulü sürecine yönelik planlanan bu model, eğitim fakültelerini devre dışı bırakmakta; öğretmenliğe girişin liyakat, bilimsel eğitim ve pedagojik formasyon esaslarına değil, bakanlık merkezli sınav ve değerlendirme süreçlerine bırakılmasını öngörmektedir.
Oysa öğretmen yetiştirme süreci, üniversitelerin eğitim fakültelerinde bilimsel esaslara, pedagojik formasyona, akademik özgürlüğe ve demokratik değerlere dayalı biçimde yürütülmelidir. Milli Eğitim Akademisi adı altında inşa edilmek istenen yapı, öğretmenlik mesleğini teknik bir alana indirgeyen, iktidarın siyasal ideolojisiyle uyumlu bireyler yetiştirmeyi hedefleyen, merkezi sınav ve disiplin mekanizmalarıyla mesleği güvencesizleştiren bir anlayışı temsil etmektedir.
Bu akademi modelinde öğretmenlik, sadece bilgi aktaran bir memuriyet pozisyonuna indirgenmekte; öğretmenin düşünsel, pedagojik ve toplumsal yönü yok sayılmaktadır. Oysa öğretmenlik mesleği, yalnızca bilgi aktarmakla sınırlı olmayan; öğrenciyi düşünen, sorgulayan ve toplumsal hayata katılan bireyler olarak yetiştirme sorumluluğunu taşıyan özgün bir meslek alanıdır. Öğretmenlerin yetiştirilme süreci de bu sorumlulukla uyumlu, eleştirel düşünceye ve akademik özerkliğe açık bir çerçevede yürütülmelidir.
Milli Eğitim Akademisi ile hedeflenen, öğretmenliği kontrol altına almak, öğretmen adaylarını ideolojik eğitime tabi tutmak ve meslek içi eğitimi bürokratik bir gözetim aracına dönüştürmektir. Özellikle sözlü sınav, “uygunluk değerlendirmesi” ve yeniden sertifikalandırma gibi uygulamalarla öğretmen adaylarının siyasal filtrelerden geçirilmesi riski artmaktadır. Bu durum, öğretmenlerin mesleğe girişinde nesnel ölçütleri ortadan kaldırmakta ve iktidara yakın kadroların tercih edilmesine zemin hazırlamaktadır.
Sendikamız öğretmen yetiştirme süreçlerinin üniversiteler eliyle, bilimsel, özerk ve demokratik bir biçimde yürütülmesini savunmaktadır. Eğitim fakültelerinin dışlandığı, akademik çevrelerin yok sayıldığı bir model kabul edilemez. Milli Eğitim Akademisi, öğretmen yetiştirmede pedagojik niteliği değil, siyasal-ideolojik kontrolü esas almaktadır.
Eğitimde niteliğin yükseltilmesi, mesleki gelişimin desteklenmesi, ancak ve ancak öğretmenlerin ekonomik, sosyal ve mesleki güvencelerinin güçlendirilmesiyle mümkündür. Kamusal eğitimin güçlendirilmesi gerekirken, öğretmenlerin yetiştirilme süreci bir tür ideolojik kadrolaşma aracına dönüştürülmemelidir. Bu nedenle Milli Eğitim Akademisi uygulamasından derhâl vazgeçilmeli; öğretmen yetiştirme süreçleri üniversitelerle birlikte, şeffaf, bilimsel ve demokratik esaslara göre yeniden yapılandırılmalıdır. Eğitim Sen olarak öğretmenlik mesleğinin itibarını, özerkliğini ve bilimsel temelini korumak için mücadele etmeye devam edecektir.
DEPREM BÖLGESİNDE EĞİTİMDE GECİKEN ADIMLAR SORUNLARI DERİNLEŞTİRMİŞTİR
2023 depremlerinin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, afet bölgelerinde eğitime dair sorunların büyük bölümü hâlâ çözülmemiştir. Depremin yarattığı yıkımın ardından eğitime dair atılması gereken adımlar ya geciktirilmiş ya da hiç atılmamıştır. Bu durum, depremzede öğrenciler, öğretmenler ve veliler açısından hem pedagojik hem de psikososyal açıdan ciddi mağduriyetler yaratmıştır.
Deprem sonrasında çok sayıda okul binası ya yıkılmış ya da ağır hasar almıştır. Ancak aradan geçen zamana rağmen depreme dayanıklı, kalıcı okul binalarının inşasında ciddi bir ilerleme sağlanamamıştır. Geçici konteyner sınıflar hâlâ birçok bölgede tek çözüm olarak sunulmakta; bu durum hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin motivasyonunu düşürmektedir. Kalabalık konteyner sınıflar, sınırlı fiziksel alan ve yetersiz donanım, eğitimde niteliğin düşmesine neden olmaktadır. MEB'in uzun vadeli bir yeniden inşa planı sunmaması, krizin kalıcı bir eğitim krizine dönüşmesine yol açmaktadır.
Depremin ardından öğrenciler ağır psikolojik travmalar yaşamış olmasına rağmen okullarda hâlâ yeterli sayıda psikolojik danışman bulunmamaktadır. Psikososyal destek hizmetleri ya yetersiz kalmış ya da belirli merkezlerle sınırlı tutulmuştur. Travmaya maruz kalan öğrencilerin desteklenmediği koşullarda öğrenmeye katılımları düşmüş; devamsızlık oranları artmış, akademik başarılar belirgin şekilde gerilemiştir. Psikososyal destek sadece kriz anına özgü değil, sürekli sunulması gereken bir kamu hizmeti olmalıdır. Ancak bu anlayış hayata geçirilmemiştir.
Deprem bölgesindeki öğrenciler eğitim materyallerine, dijital cihazlara ve internete erişimde ciddi sorunlar yaşamaktadır. Özellikle kırsal bölgelerde öğrenciler, uzaktan eğitim uygulamalarına erişememiş; eğitimden dışlanmıştır. Tablet, bilgisayar ve internet desteği, ihtiyaç sahiplerinin ancak küçük bir kısmına ulaştırılmış; kurumsal destek mekanizmaları zayıf kalmıştır. Bu durum, zaten var olan bölgesel eşitsizlikleri daha da keskinleştirmiş, büyük şehirlerdeki öğrencilerle kırsal bölgelerdeki öğrenciler arasında akademik uçurumu derinleştirmiştir.
Deprem bölgesinde görev yapan eğitim ve bilim emekçileri de hem bireysel hem mesleki olarak büyük bir yükün altındadır. Barınma sorunu yaşayan eğitim emekçilerine yönelik kalıcı bir çözüm üretilmemiştir. Depremin etkileriyle baş etmeye çalışan öğretmenler için psikolojik destek ve rehberlik hizmetleri sağlanmamıştır. Artan iş yüküne ve olumsuz koşullara rağmen eğitim emekçilerine ek bir maddi destek verilmemiş, görevde tutma politikaları ise teşvikten uzak kalmıştır. Bu koşullar altında eğitim emekçilerinin motivasyonu düşmekte, öğrencilerin pedagojik ihtiyaçları da yeterince karşılanamamaktadır.
Deprem bölgesinde eğitime dair sorunlar sadece fiziki yıkımlarla sınırlı değildir. Psikososyal destek, dijital erişim, öğretmen koşulları ve eşit eğitim olanakları gibi çok yönlü eksiklikler hâlâ giderilmemiştir. Geçici çözümlerin kalıcı hale gelmesi, eğitimdeki yapısal sorunları daha da derinleştirmektedir. Deprem felaketinin üstünden bir yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen, hükümetin eğitim alanında etkin bir iyileştirme planı sunmaması kabul edilemezdir.
Depreme dayanıklı okul binaları hızla inşa edilmeli, konteyner sınıf uygulamalarına son verilmelidir.
Tüm öğrenciler için psikolojik destek programları yaygınlaştırılmalı, okullarda rehberlik hizmetleri güçlendirilmelidir.
Dijital cihazlar, internet desteği ve temel eğitim materyalleri bölgesel ihtiyaçlara göre ücretsiz olarak sağlanmalıdır.
Depremzede öğretmenler için barınma, ekonomik destek ve psikososyal destek programları uygulanmalıdır.
Eğitimde bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldıracak uzun vadeli, kamusal ve bütüncül bir plan hazırlanmalı ve şeffaf biçimde kamuoyuyla paylaşılmalıdır.
Eğitim, felaket koşullarında dahi sürdürülebilmesi gereken temel bir haktır. Deprem bölgesindeki öğrencilerin, öğretmenlerin ve ailelerin yalnız bırakılması, bu hakkın fiilen ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, eğitim politikalarının bir an önce insan hakları temelli, eşitlikçi ve planlı biçimde yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
TAŞIMALI EĞİTİMİN KISMEN KALDIRILMASI EĞİTİM HAKKININ GASPI DEMEKTİR
2024-2025 eğitim öğretim yılında yaşanan önemli sorunlardan biri, bazı illerde taşımalı eğitim uygulamasının kaldırılması olmuştur. Yıllardır kırsalda yaşayan öğrencilerin eğitime erişimini sağlayan bu uygulamanın plansız biçimde sonlandırılması, çok yönlü mağduriyetler yaratmış, özellikle kırsal, yoksul ve dezavantajlı bölgelerde yaşayan çocukların eğitim hakkını fiilen ortadan kaldırmıştır.
Taşımalı eğitim uygulaması, Türkiye’de 1989-1990 eğitim öğretim yılında yalnızca iki ilde başlatılmışken, yıllar içinde neredeyse ülke genelinde yaygınlaştırılmıştır. Uygulamanın amacı, coğrafi olarak dağınık yerleşimlerde bulunan öğrencilerin okul binasına erişimini sağlamak, böylece eğitimde fırsat eşitliğini desteklemektir. Ancak son yıllarda, köy okullarının hızla kapatılması ile birlikte taşımalı eğitim zorunlu hale gelmiş, şimdi ise bu uygulamanın da kaldırılması, eğitime erişim açısından büyük bir boşluk yaratmıştır.
Bazı illerde taşımalı eğitimin kaldırılmasıyla birlikte: Öğrenciler, okula gitmek için uzun mesafeler yürümek zorunda kalmakta, Ulaşım maliyeti dar gelirli ailelerin omzuna bırakılmakta, Kız çocukları başta olmak üzere pek çok öğrenci okuldan kopma riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Devamsızlık oranlarının arttığı, özellikle ortaöğretim çağındaki kız çocuklarının erken okul terkine zorlandığı yönünde sahadan çok sayıda bilgi gelmektedir. Bu tablo, devletin eğitim hakkını korumak yerine, çocukları sistem dışına ittiğini göstermektedir.
Taşımalı eğitim uygulaması yıllar içinde yaygınlaştırılırken, kırsal bölgelerde binlerce köy okulu da sistematik biçimde kapatılmıştır. Son 22 yılda 20 bin 243 köy okulu kapatılmıştır. 2002 yılında köy okullarına kayıtlı öğrenci sayısı 3 milyon 275 bin iken, 2024 itibarıyla bu sayı 600 binin altına düşmüştür. Taşımalı eğitimin kaldırılması, bu kapanmaları daha da hızlandırmakta; köylerdeki öğrenciler ya eğitimden kopmakta ya da yerinden edilerek başka yerleşimlere gitmek zorunda bırakılmaktadır. Bu durum, köylerin boşalmasına, genç nüfusun bölgeden göç etmesine neden olmaktadır.
Taşımalı eğitimin kaldırılmasıyla birlikte ulaşım masrafları ailelerin sorumluluğuna bırakılmış, bu da zaten yoksullukla mücadele eden aileler için ekonomik bir yük oluşturmuştur. Bu durum, özellikle mevsimlik işçi ailelerinin çocukları açısından eğitime erişimi daha da zorlaştırmıştır. Taşımalı eğitim, devletin eğitimdeki eşitlik ve adalet sorumluluğunun bir gereği olarak yıllardır uygulanıyordu. Bu uygulamanın sona erdirilmesi, devletin bu sorumluluktan adım adım çekildiği anlamına gelmektedir.
Kırsal alanlarda okul sayısının azalması, taşımalı eğitimin kaldırılması ve kamusal desteğin çekilmesi kentle kırsal arasındaki eğitim uçurumunu büyütmekte, bölgesel eşitsizlikleri daha da derinleştirmekte ve bu şekilde kırsal kesimdeki çocukların eğitim hakkını ihlal etmektedir. Bu durum aynı zamanda kırsal alanlardan kent merkezlerine zorunlu göçü tetiklemekte, toplumsal yapının dengesini de bozmaktadır.
Eğitim Sen olarak, taşımalı eğitimin kaldırılmasının yarattığı sorunlara dikkat çekiyor ve şu talepleri kamuoyuyla paylaşıyoruz:
Taşımalı eğitim uygulaması, özellikle dezavantajlı bölgelerde kesintisiz biçimde devam ettirilmelidir.
Alternatif olarak, kapatılan köy okulları yeniden açılmalı, çok sınıflı eğitime uygun modeller hayata geçirilmelidir.
Her öğrencinin yaşadığı yerde nitelikli eğitime ulaşabileceği altyapı yatırımları ivedilikle yapılmalıdır.
Ailelerin ulaşım yükü azaltılmalı, ulaşım devlet eliyle ücretsiz sağlanmalıdır.
Kız çocuklarının okullaşmasını teşvik edecek özel programlar kırsal bölgelerde yaygınlaştırılmalıdır.
Taşımalı eğitimin kaldırılması, sadece bir uygulamanın sona erdirilmesi değil, aynı zamanda eğitimde kamusal sorumluluğun terk edilmesi anlamına gelmektedir. Bu karar, kırsalda yaşayan öğrenciler için fiili bir eğitim engeline, aileler için sosyal ve ekonomik bir yüke, toplum için ise daha derin eşitsizliklere neden olmaktadır. Devletin görevi, kırsalda ya da kentte, her çocuğun eğitim hakkını güvence altına almak ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak olmalıdır. Bu nedenle, taşımalı eğitim uygulamasının kaldırılması kararı yeniden gözden geçirilmeli, eğitime erişimi güçlendirecek adımlar derhal atılmalıdır.
EĞİTİM HAKKINA ERİŞİMİN ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILMALIDIR
2024-2025 eğitim öğretim yılı, eğitim hakkına erişim konusunda yaşanan çok yönlü engellerin derinleştiği bir dönem olmuştur. Eğitim, her çocuğun temel bir anayasal ve evrensel insan hakkıdır. Bu hakkın eşit, parasız ve nitelikli biçimde hayata geçirilmesi devletin temel yükümlülüğü olmasına rağmen, mevcut politikalarla bu sorumluluk giderek kamu dışında bırakılmaktadır.
Eşit, Parasız ve Nitelikli Eğitimin Temel Koşulları Sağlanmalıdır
Tüm öğrencilerin eşit şartlarda, ücretsiz ve nitelikli eğitime erişimi için kamusal politikalar hayata geçirilmelidir. Eğitimde yaşanan eşitsizlikleri derinleştiren piyasacı anlayış derhal terk edilmeli, eğitimin bütün kademelerinde kamusal hizmet anlayışı güçlendirilmelidir. Özellikle dar gelirli ailelerin çocukları için okul ve kırtasiye masrafları devlet tarafından karşılanmalı; ücretsiz kırtasiye desteği ilköğretim düzeyinden itibaren her öğrenciye sağlanmalıdır.
Her Öğrenciye Ücretsiz Bir Öğün Yemek Sağlanmalıdır
Yoksullaşmanın derinleştiği günümüz koşullarında, öğrencilerin yeterli ve dengeli beslenmeleri her zamankinden daha kritik hale gelmiştir. Tüm eğitim kademelerinde öğrencilere günde en az bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek ve temiz su sağlanmalıdır. Yetersiz beslenme, yalnızca sağlık sorunu değil, aynı zamanda öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği ve akademik başarısızlık nedenidir. Eğitim sisteminin piyasa ilişkilerine daha fazla entegre edilmesi, eğitimin her adımını paralı hale getirmiştir. Bu durum, eşitsizliği daha da derinleştirmekte ve çocukların eğitim hakkını tehdit etmektedir.
Eğitim Bütçesi Acilen Artırılmalıdır
Kamusal, nitelikli ve eşitlikçi eğitimin sağlanabilmesi için eğitim bütçesi en az iki kat artırılmalı, kaynaklar doğrudan okullara ve öğrencilere yönlendirilmelidir. Okul ihtiyaçları için yeterli ödenek ayrılmalı; velilerden bağış, aidat, kayıt parası adı altında para toplanması yasaklanmalıdır. Okul alanlarının ticari işletmelere kiralanması gibi uygulamalara son verilmeli; eğitim alanları kamusal niteliğini korumalıdır. Bu bütçe artışı, sadece bir eğitim politikası tercihi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur.
Kamusal Eğitim Güçlendirilmeli, Piyasalaşmaya Son Verilmelidir
Eğitim, ticari bir faaliyet değil, toplumsal bir hak olarak yeniden tanımlanmalı; bu anlayış eğitim politikalarının temeline yerleştirilmelidir. Devlet, öğrencilerin eğitim masraflarını üstlenmeli; farklı sosyal kesimlerden çocukların eşit koşullarda eğitim hakkından yararlanması için yapısal adımlar atmalıdır. Kamusal eğitim; eğitim hizmetinin herkes için eşit, parasız, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını sağlayacak temel zemindir.
Anadilinde Eğitim Hakkı Güvence Altına Alınmalıdır
Anadilinde eğitim, başta anadili farklı dillerde olan çocuklar için eğitim hakkının temel bir unsurudur. Anadilinde eğitimin anayasal bir hak olarak tanınması, toplumsal barışın ve eğitimde adaletin olmazsa olmazıdır. Çocukların kendi kültürel kimliklerini koruyarak eğitim alabilmeleri için çokdilli eğitim modelleri geliştirilmeli; öğretmen eğitimi ve müfredat bu doğrultuda yeniden düzenlenmelidir.
Eğitim Hakkının Önündeki Fiziksel ve Yasal Engeller Kaldırılmalıdır
Eğitimin fiziksel, ekonomik ve dilsel tüm engelleri kaldırılmalıdır. Eğitim hakkı; herkesi kapsayan, yaşam boyu ulaşılabilir, parasız, laik, bilimsel ve çağdaş bir içerikle sunulmalıdır. Anayasa ve uluslararası sözleşmeler doğrultusunda, ayrım gözetmeksizin tüm çocuklara eğitim hakkı güvence altına alınmalı; anadilinde eğitimin anayasal bir hak olarak tanınması sağlanmalıdır.
Okullarda verilen eğitim dini değil, bilimsel esaslara dayalı olmalı; eğitim gerçek anlamda laik ve demokratik bir temelde örgütlenmelidir. Siyasal iktidarın dini cemaat ve vakıflarla iş birliği üzerinden yürüttüğü politikalar, eğitim sistemini ideolojik kuşatma altına almış, laiklik ilkesini zedelemiştir. Eğitim içerikleri bilimsel, eleştirel, sorgulayıcı ve evrensel değerlere dayalı biçimde yeniden düzenlenmelidir.
Eğitim hakkı vazgeçilemez, devredilemez bir kamu hakkıdır.
Her çocuğun eşit, parasız, nitelikli, laik, bilimsel, cinsiyet eşitlikçi ve anadilinde eğitime erişimi güvence altına alınmalıdır.
Yoksul ailelerin çocuklarına yönelik sosyo-ekonomik destek programları yaygınlaştırılmalı (burs, ulaşım, ücretsiz yemek, kırtasiye vb.).
Anadilinde eğitim hakkı tanınmalı, çokdilli eğitim modelleri hayata geçirilmelidir.
Kız çocuklarının eğitime katılımı için yerel düzeyde özel programlar oluşturulmalı, çocuk yaşta evlilikler kesinlikle yasaklanmalıdır.
Mülteci ve engelli çocuklara yönelik özel destek birimleri kurulmalı, öğretmenler bu alanlarda eğitilmelidir.
Müfredat kapsayıcı, çoğulcu ve cinsiyet eşitliğini gözeten bir biçimde yeniden yapılandırılmalıdır.
Kamusal eğitim anayasal güvence altına alınmalı, özel okul teşvikleri kaldırılmalıdır.
SONUÇ
Türkiye’de eğitimin gerçek anlamda bilimsel ve laik bir içeriğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Bilimi, siyasal ve ideolojik amaçlarla kuşatarak kamuya sunmak bilimsellikten uzak olduğu gibi laik eğitimin gerçekleşmesi önünde de ciddi bir engel teşkil etmektedir. Din ve vicdan özgürlüğünün tanımı açıkken, tek dinli yapıyı pekiştirme konusundaki ısrar sürmektedir. Türkiye, taraf olduğu Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı hareket etmekte, AİHM’in son olarak Anayasa Mahkemesi’nin zorunlu din dersleri ile ilgili verdiği kararlar açık biçimde ihlal edilmektedir. Eğitim sisteminin bütün kademelerinde pozitif bilimin tüm öğelerini içinde bulunduran, çağdaş ve bilimsel ilkelere dayanan, gerçek bir laiklik anlayışı temelinde yükselen bir yapının oluşturulması ve bu anlamda öncelikler zorunlu din dersi uygulamasından derhal vazgeçilmelidir.
Tüm öğrenciler için eşit, parasız, nitelikli eğitim olanakları sağlamak devletin ve özelde Millî Eğitim Bakanlığı'nın sorumluluğundadır. Bilimsellik eğitimin olmazsa olmazıdır. Öğretim programında temel referansımız bilim olmalı, protokoller eliyle eğitimin dinselleştirilmesi politikalarına son verilmeli, öğrencilere ve velilere rağmen gerçekleştirilen okullaşma politikası sonlandırılmalıdır. Bilimin, sanatın, sporun iç içe olduğu, öğrencilerin ilgi ve yetenekleri doğrultusunda kendini özgürce ifade edebildiği laik ve bilimsel eğitim politikaları hayata geçirilmelidir.
Anadilinde eğitim, eğitim biliminin en temel ilkelerinden birisidir. Bir ülkenin gelişmişliği ve kültürel zenginliği açısından önemli olan, ekonomik ve toplumsal başarı sağlamak, dilsel ve kültürel zenginliklerin nesilden nesile aktarılmasının olanaklarını yaratmaktır. Toplumsal değişim ve ilerlemeyi engelleyebilmek için dünyanın birçok yerinde ilk olarak eğitim olgusuna el atılarak, kültürel zenginlikler talan edilmiş ve ‘resmi dil’ dışında kalan anadillerinde eğitimin yasaklanması eğitim biliminin en temel ilkesinin yok sayılması anlamına gelmektedir.
Okulların eğitim kurumu olmaktan adım adım uzaklaştığı, öğrencilerin yarış atı gibi sınavdan sınava koştuğu, öğretmenlerin düşük ücretle, esnek, güvencesiz ve angarya çalışmaya zorlandığı, siyasal kadrolaşmanın zirve yaptığı, farklı dil ve kimliklerin dışlandığı, eğitimin zaten sorunlu olan niteliğinin daha da kötüleştiği bir eğitim sisteminin sağlıklı nesiller yetiştirmesi mümkün değildir.
Eğitim sistemi, her kademeden öğretmenler, farklı statülerdeki üniversite çalışanları, memurlar ve yardımcı hizmet personeli ile bir bütündür. Tüm eğitim ve bilim emekçileri, aralarındaki statü farklılıklarına rağmen, benzer ekonomik ve sosyal sorunları yaşamaktadır.
Eğitim Sen, çocukların eşit, özgür ve nitelikli bir eğitim alabilmesi; tüm ve eğitim emekçilerinin güvenceli, insanca koşullarda çalışabilmesi için mücadelesini sürdürecektir.